T.C. Mİllî Eğİtİm BakanlIğI
BURSA / MUSTAFAKEMALPAŞA - Tepecik Şehit Ali Üzel Ortaokulu

MELİHA AKAY

Meliha AKAY

   MELİHA AKAY   YAŞAMÖYKÜSÜ     www.melihaakay.com

 Bursa’nın Mustafakemalpaşa ilçesi…İlçenin yüz dört köyünden birinde, Tepecik’te 1960 yılında doğdum. Köyde açılan ilk ortaokulun ilk öğrencilerindenim. Bu okul açılmasaydı, ailem göndermeseydi şimdiki yerimde olamazdım. Minnettarım! Doğanın kucağında yaşanmış bir çocukluk, beş yaşında ilkokula başlamış olmanın getirdiği, okuma yazma öğrenmeden önce ‘Canlı Alfabe’nin resimlerini yorumlayarak başlayan hayal kurma becerisi…Harflerden önce doğada gördüklerimle alfabe arasında gidip gelerek resimlerle okumaya başlamak…Her resme minik hikâyeler uydurmak!...Yıllar sonra gördüm ki; bütün bunlar benim öykücülüğümde belirleyici etkenler olmuş. Kasabaları, doğallığını hâlâ yitirmemiş kasaba hayatlarını, zamana meydan okuyan, talana karşı direnen mekânları, saflığını koruyan kasaba insanlarını; koşullar hayatın kıyısına itmeye çalışsa da çığlık atmadan yaşama tutunmaya çabalayan insanlarını taşımışım öykülerime. 

 Lise yılları aynı ilçede geçti. On kilometrelik yolu külüstür minibüsle gidip gelirken, okula, derse yetişme çabasına karşın; pek çok öğrencinin, hatta bazı öğretmenlerin küçümseyen, dışlayan edayla bakışları ve davranışları sadece beni değil, aynı okulu birincilikle bitiren sonra doktor olan arkadaşım gibi pek çoğumuzun belleğine kazınmakla kalmadı, yaşam boyu itici güç oldu! Lâkin; üç öykü kitabımı oluşturan öykülerin hiçbirinde bu yaraya dokunamadığımı da görüyorum! Belki kendiliğinden yazılacaktır! Lise yıllarımda edebiyat öğretmenim Mualla Ekemen,  okuma merakımı fark etmiş, beni Rus Edebiyatının klasikleriyle tanıştırmıştı. Sonrasında ilk önerdiği kitap Abdulbaki Gölpınarlı antolojisiydi. Üniversite için artık hedefim belliydi. Lâkin yetmişli yılların sonlarına doğru artan, sokakları kan gölüne çeviren sağ sol çatışması, anarşik olaylar, pek çok ailede olduğu gibi benim ailemde de korku yaratmıştı. Ailem için o sıralarda ortaya çıkan bir ‘kısmet’ ailemin kurtarıcısı; benimse hayallerimin sonu oldu. Liseyi bitirir bitirmez apar topar evlendirildim.Yaşım bile tutmuyordu! Arkadaşlarımdan bazısı üniversiteye, bazısı işe başlamıştı. Bense Trakya’nın bir kasabasında kopkoyu bir yalnızlığın içinde önce hayatı, ailemi sonra da Tanrı’yı sorgulamaya başlamıştım. Bir oğlum oldu. Onunla birlikte büyüdüm. Sorgulama yılları aynı zamanda benim değişim ve dönüşüm yıllarımdı. Oğlum  ders çalışırken ben de okuyor, yaşadığım değişimin adını koymaya çalışıyordum. Roman ve öyküden öte felsefe kitaplarına yönelmiştim. Kendimi tanımak ya da yeni kimliğimi kendime anlatmak istiyordum. Bir yanda yaşanmışlık, bir yanda felsefe kitapları…Terazinin iki kefesi de doluydu. Tartmak çok da güç değildi. Bu arada şiirler yazıyor, edebiyatta yetkin olduğuna inandığım kişilere okutuyor, olumlu eleştiriler alınca umutlanıyordum. Uzun öykü denebilecek bir roman denemem oldu. Fakat artık kararlar almam ve uygulamam gerekiyordu. Sonunda ayrılık saati çalmaya başladı. Yanlış başlayan bir karardan doğru bir eylem çıkmıyordu, boşanma kaçınılmazdı. Ben bir zaman tüneline girmiş, uzak bir coğrafyada, farklı bir kültürde yaşamış, değişip dönüşmüş ve aynı tünelden başka bir Meliha olarak bıraktığım yere; hayallerimi yitirdiğim yere geri dönmüştüm. Oysa hiçbir şey bıraktığım yerde değildi. Kararlıydım. Oğlum koleje başladığında ben de üniversite sınavlarına hazırlanmaya başlamıştım. Ailemin yanında kalmamış, İstanbul’u seçmiştik. Elimdeki öyküleri henüz kimselere gösteremiyordum. Sonunda üniversiteyi kazanmıştım. İki yıllıktı, ben öyle seçmiştim, bir an önce çalışmam gerekiyordu. İki kişilik bir ailem vardı. Hayatımın dümenini sadece kendim tutmalı, rotayı kendim belirlemeliydim. Ekonomik sıkıntılar, İstanbul’da bir evimin olma zorunluluğu, oğlumun okulunun bu kentte olması kazanmış olsam da Bolu’daki okula gidip gelmemi engelliyordu. Kayıt olmak için gittiğimde konuştuğum idareciler bana yol gösterdiler. Kitaplarımı alıp evde çalışmaktan başka çıkarım yoktu. Öyle de oldu. Aynı zamanda çalışıp para kazanmaya zamanım oluyordu. Direksiyon öğretmenliği, restoranlarda yöneticilik derken uzun yıllar bir otelde işletme sorumlusu olarak görev yaptım. Hayatın içinde, orta yerinde, yalınkılıç durabiliyor olmak insanın kendini bile şaşırtacak kadar kudretli kılıyordu. Özellikle de otelcilik yazarlık yanımı besliyordu öte taraftan. İnsanlık hallerini en yakından görebilme şansım vardı. Pek çok öykümde de konu olarak da, mekân olarak da yer aldı. 2000’li yıllara gelene değin şiirlerim ve öykülerim Varlık, İnsancıl, Mum, Yaşasın Edebiyat gibi

dergilerde yayımlandı. Kitap için dosya gönderdiğimde arayıp görüşme için çağırıyorlar, iyi bir kumaşa sahip olduğumu fakat olgunlaşması için biraz daha beklemem gerektiğini söylüyorlardı. Ortak kanı buydu. O ‘biraz’ın bir açıklaması yoktu! Sabır ve sebat karakteristik özelliğimdi. Zaman zaman kendi içimde küsüp kırılsam da yazma tutkumda en ufak bir körelme yoktu. Kitap yayımlanmadan önce Özdemir İnce ile tanışmıştım. Dosyamı aldı, okudu, aradı, yüz yüze konuşmanın daha doğru olacağını düşündüm ve gittim. Tek tek okumuştu, notlar almış, dosya üzerinde gösteriyordu. Yapıcı eleştirilerdi. Ev ödevi verir gibi önerilerde bulundu. Okumam gereken kitapları saydı, yol gösterdi. Hayatım boyunca unutmayacağım, sitayişle hatırlayacağım bir andı, kişiydi. Beş yıl içinde mutlaka yayımlanır demişti. Onun kehaneti miydi, ön görüsü müydü bilmiyorum; beş yıl sonra ilk öykü kitabım Epsilon Yayıncılık tarafından yayımlandı. Yağmura Tutulanlar ( 2002). İkinci öykü kitabım olan Gülüşün Gelincik Tarlası ( 2004) aynı yayınevinden çıktı. İki kitapta da kasaba hayatları ve kasaba insanları ağır basıyordu. Bir de kadınlık halleri. İkinci kitaptaki ilk iki öykü yine Özdemir İnce’nin ödev öyküleriydi. Bir evi ve bir masayı öyküye dönüştürmemi söylemişti. Çalışkan bir öğrenciydim, ödevimi yaptım, dosyanın başına yerleştirdim! Bu süreçte hem öykü yazıyor hem de yıllar önce yazdığım: Fransızcaya çevrilmesi için Paris’te okuyan bir öğrenci yakınıma gönderdiğim, hocasının ‘ bu bir roman özeti, mutlaka romana dönüştürmeli’ dediği öyküyü romana dönüştürmeye koyuldum. Epey zaman aldı. Aldı çünkü ilk roman kısa olmalı ile roman en az üç yüz sayfa olmalı, diyen yayınevi önerilerinin arasında kalmıştım. Roman bir yanda beklerken bir yanda öyküler kendini yazdırıyordu ve üçüncü öykü kitabım Ya Kaybolursan ( 2006) aynı yayınevinden çıktı, okurla buluştu. Öykünün yeri bambaşkaydı. İlk göz ağrımdı demek daha doğru olacak. Kısacık bir yazıda düş ile gerçeği harmanlamak, aralarındaki sınırı eritmek, bir söyleşimde de dediğim gibi mandala halkaları gibi genişletebilmek öykünün en büyük gizi. Yaşamın içinde saklı sürprizler, rastlantılar, düşlere taş çıkartacak cinsten gerçekler gündelik hayatın içinde beni bekliyor sanki! Bana düşense deklanşöre basmak gibi o anları kayıt etmek! Öykü yazmamın nedenlerinden biri de o anları çoğaltma isteği belki de. Gerçek yaşamda yakalayamadığımız hazları toplama isteği…Yine bir söyleşide dediğim gibi; etek dolusu erik çalmak gibi, sapın samanı arasında gizlenmiş çiçekleri sepetime toplamak gibi…

 Üç öykü kitabından sonra çalıştığım yayınevinin yaşadığı ekonomik sorunlardan ötürü ilişki ne yazık ki bitti. Yeni kurulan bir yayınevi olan Pupa Yayınları ilk romanım olan Ateşin Külü Suyun Mili’nin adresi oldu. Yine kasabada başlayan, büyük şehirler ve kasaba arasında gidip gelen anlatı Portekiz’de bitiyordu. Benim kuşağımın üstünden buldozer gibi geçip giden 12 Eylül darbesinin insanların darmadağın ettiği yaşamlarından öte iç dünyalarındaki sarsıntıları, parçalanmaları anlatmaya çalıştım. Zorlu koşullara karşın bitmeyen bir aşkın gölgesinde bireyler arası kimlik çatışması da romanın bel kemiğini oluşturuyordu. Şimdi İtalyan bir çevirmenin elinde, yayınlanması için yayınevleri ile görüşme halinde. Öyküden sonra romanın yazma edimi anlamında yazara nasıl bir özgürlük sağladığını da deneyimlemiş oldum. Dar alandaki dolaşımlarda sınırlı zamanda kilidin anahtarını döndürmek zorunda olduğum öyküden sonra roman elbette özgür kılıyordu yazarı. Lâkin yine de ben kendimi bu anlamda öykücü olarak tanımlamak isterim. 

 Romandan sonra yazılmış iki öykü dosyamın elimde olması da bunun teyidi olsa gerek. Yayınevine vermememin nedeni ise özel bir durumu olan Badem Şekeri adındaki ikinci romanımın yayımlanmasına öncelik tanımış  olmam! Bu satırları yazdığım günlerde elime aldığım Badem Şekeri bir İstanbul romanı. Mekân olarak oteli kullandım. Üç kuşağın bir arada olduğu iki aylık bir süreci anlatıyor. Kahramanları arasında yer alan Prens adındaki minik köpeğimi dosyayı tamamladıktan üç ay sonra trafik kazasında yitirince onun anısına ve adını yaşatmak adına öykü dosyalarımı öteleyip öncelik tanıdım. Nedeni buydu. Şimdilerde yeni bir roman projesi üzerinde çalışmaktayım. Özdemir İnce’nin “ Arı gibi yazacaksın, durmak, ara vermek yok, kırılıp kenara çekilmek yok!” sözünü ilke edinerek gündelik yaşam ne denli eteklerimden çekiştirirse çekiştirsin yazmak artık yaşam biçimim diyebilirim. Ne yazık ki çalışmak zorunda olmadan yazabilen ve yaşayabilen yazarlardan değilim! Yaşamımı idame ettirmek için dışarıdaki dünya’ya kulak vermek zorundayım. Şu anda yazmakta olduğum roman, Osmanlı döneminin sonlarında İstanbul’da başlıyor, günümüze kadar gelecek fakat

nerede biteceğini şu an ben de bilmiyorum! Gerçek bir hikâyeden yola çıkarak ve uzun bir araştırma döneminin ardından kaleme almaya karar verdim. 

 

 

Paylaş Facebook  Paylaş twitter  Paylaş google  Paylaş linkedin
Yayın: 05.03.2016 - Güncelleme: 24.07.2018 12:28 - Görüntülenme: 1298
  Beğen | 6  kişi beğendi